Kasım'ın aynasında bir yazar…
Yazar: Haluk Işık
Mekanı kent, amacı yaşam olan bu sayfalarda, hele “Sevgilim İzmir” adı verilen bu köşede, hep güzelliklerden, iyiliklerden, muştulardan söz etmeyi kim istemez? Bugüne kadar yazdıklarıma şöyle bir göz gezdirdim, pek başarmış sayılmam.
İyi yazılmış şiirlerden, boyası henüz taze iyi resimlerden, mürekkebi kurumamış iyi romanlardan, kapanan perdelerinin rüzgar ferahlığıyla iyi oyunlardan ve yaratıcılarından söz etmek isterim, istedim hep. İnsan emeğinin, el gücü alın teri akıl doğurganlığına dönüşmüş hallerine tanıklık ve zabıt katipliğiydi ve hala öyledir yazma meramım.
Başarılardan, o başarıların bölüşülme sevincinden ve hak edilmiş karşılıklardan dem vurmayı istedim, isterim. Ne harika bir şeydir, bilmez miyim, yalnızca kendisi için değil, hepimiz için başarmıştır o insan. Derdim işte öylesi insanlara dokunmak ve dokundurmaktı, hala öyledir kaleme kağıda sarılma telaşımın bir nedeni.
İyi kalpli öyküler anlatmak istedim, isterim. O öyküler sayesinde, insan olmayı, tarihle doğayla insanla buluşmanın, yakışmanın ve sevişmenin erdemini anlatmak; o öykülerin “İyi ki yaşıyoruz! İyi ki insanız!” sevincini ve hepimizi nasıl yücelttiğini kanıtlamak isterim, istedim. Tam 30 yıldır…
Çocukça şaşırmalarımız bağlar çünkü bizi yaşama. Birbirimizi aptallıklarımızla değil, “maharetlerimizle” şaşırtmayı ve birbirimize hayran bırakmayı sürdürmeliyiz. İlle büyük keşiflere, buluşlara gerek yok. Kapıdan çıkarken rastladığımız birine, o bunu istememişken, “Günaydın!” demek bile yetebilir, birbirimizi şaşırtmaya.
“Duran saat bile günde iki kez doğruyu gösterir.” Neden tahammül edelim ki, bu hazin yanlışa? Bizi insan yapan, saatin her zaman doğruyu göstermesini talep etmek ve bunun için çalışmaktır. Ne duruyoruz o zaman?
Yaşam dediğin, merhamet ve iyi kalplilik olmazsa, her gün derinleşen bir gayya kuyusuna dönüşebilir, ne olur dikkat!
Bırak, “hepsi havada asılı birer hata gibi” kalsın, bizden öncekilerin ve bizim işlediğimiz suçlar, günahlar. Dönüp dönüp bakar, üstümüze başımıza çeki düzen veririz. Bırakalım öylece kalsınlar, bizden sonra gelecekler, “Biz yapmayalım!” dersi çıkarır. İnsanlık Belleği Müzesi’nin loş bir köşesinde kalsınlar, ama unutulmasınlar. Ki, bir daha yaşanmasın… Irkçılık, yobazlık, şiddet, cehalet, zevksizlik ve insanoğlunun “Pandora’nın Kutusu”ndan çıkardığı ne kadar bela varsa…
İşte bunları yazmak istedim, isterim. Bunları yaza yaza ömrünü tüketmiş ve “bir iş yapmış olmanın saadetini” duymuşlara eklenmeyi, kim istemez?
Bu dünya hala dönüyorsa, işte hala bunları düşünüp, kendi eylem alanında “hayatiyet” kazanması için uğraşanlar sayesindedir. Onların safında bir yer bulabilmek, ne harika olurdu…
Sızlanma, umutsuzluk, karamsarlık, iç kıyımı olarak algılanırsa bu satırlar, incinirim. Kasım’ın ilk gecesi, sabaha karşı 04:00 sularında yazılmaya çalışılan bu yazı, deyin ki bir narı bölmeye ve tanelerini bölüşmeye çalışmaktan başka bir şey değildir. Öyle ya, bilge on bin yıl önce yazmış zaten mermere; “Güneş altında söylenmedik hiçbir şey yok!”
Peki, o zaman ne anlama geliyor bu yazdıklarım? Bilmem...
Belki şu ölümlere, kıyımlara, haksızlıklara, eşitliksizliklere… Belki insanın kanını donduran cehalete, ilkelliğe, düzenbazlığa, vandallığa… Belki bile bile ladeslere, saçmalıklara, çıkarımsızlıklara… Ucuzluklara, yavanlıklara, sıradanlaşmaya rahmet okutturan sürüleşmeye yani… Yani, insanı insanlığından utandıran, “bu denlü kepaze” hale getirilmeye çalışılan dünyaya baktıkça…
Acaba parçası mıyım? Acaba su taşıyanlardan biri miyim? Acaba salt yakınmayla yetinip, kendini kurtarmaya çalışan bir zavallı mıyım? Acaba kendini akladığını sanırken, adaletsizlik bataklığının nilüferlerinden birine mi dönüşmekteyim? Suç ortağı mıyım, yardım ve yataklıktan ayıplı? Bu soruların en azından biri olabilir mi, bunları yazdıran? Bilmem?
Bildiğim bir şey var, ağır ağır gidiyorlar. Geride bıraktıkları boşluktur, hal-i pür mealimizin müsebbibi.
Giden ve yiten tüm erdemleri, niyetleri ve eylemleri geri döndürmek demlerindeyiz. Onlar bizim insan olma halimizin tezahürleridir.
Geride kalanın adına, “insansızlık” diyoruz.
Ellerimizle derinleştirdiğimiz, birbirimizi çektiğimiz ya da itmeye çalıştığımız ve “aferin insanlık!” başardığımız bir uçurumdur “insansızlık!”
İşte şimdi o boşlukta; insanlığın, coğrafyanın, tarihin, doğanın düşmanları sırıtarak, kırıtarak, çalarak çırparak, tüm değerlerimizi itibarsızlaştırmaya çalışarak, fink atıyorlar. Dünyanın dört yanında…
Bütün bunları biliyorsak, asla başaramayacaklardır.
Ben yalnızca heba edilen zamana, çarçur edilen dünyaya, yazık edilmemesi gereken birikimlere, bu güzelim ülkeye ve çocuklarına dair üzülürüm.
Yazdıklarım işte bunları -önce kendime- anımsatsın ve uzaklardan gelen umutlu şarkılar eksilmesin diye yazarım, yazdım.
Tek dileğim birer avuntuya dönüşmemeleridir.
“Sevgilim İzmir”de Kasım, işte böyle başlıyor…